Showing posts with label istanbul. Show all posts
Showing posts with label istanbul. Show all posts

Sunday, December 12, 2010

Walking around İstanbul 5: Pizza 49

49 Pizza
Turnacibasi Cad. No.49 Cukurcuma / Istanbul


İstanbul seyâhatlerime başlamadan önce illâki İstiklal caddesi ve çevresi hakkında bir araştırma yaparım. Bunun nedeni ise o civarın hızına yetişememek! Sürekli yeni bir yerler açılıyor veya daha önce gidip beğendiğiniz bir mekan el değiştirip kaliteyi düşürüyor. İşte yine böyle bir araştırmamın başındayken Pizza 49’a rastladım. Açıkçası çok fazla bilgi yoktu ama neden bilmiyorum yazılan tek tük paragraflar ve ufak fotoğraflar bile buraya içimin ısınmasına yetti. Hem kahvaltısı hemde yemekleri tavsiye ediliyordu, biz yaptığımız program sonucu kahvaltımızı burada yapmaya karar verdik.



Yalnız baştan söylemeliyim ki mekanı bulup programa dahil eden bendeniz bile bu kadar başarılı bir yer ile karşılaşacağımızı beklemiyordum. Hemen başlıyorum anlatmaya.


İlk siparişimiz Bozcaada kahvaltısı. Bu tabak büyükçe bir kruvasan, kimyonlu haşlanmış yumurtalar, peynir çeşitleri, yeşil ve siyah zeytinler, domates, salatalık ve 2 çeşit reçelden oluşuyor. Ekmeğinizi yumuşatmak içinse kaymak ve domates salçası var. Fotoğraftan da görüleceği üzere tabak kompakt ve minimal fakat bu görünümüne rağmen oldukça doyurucu. Tüm malzemeler taze olarak Bozcaada’dan geldiği için müthiş lezzetli. Özellikle üzüm reçelinin tadı hala damağımızda! Kimyonlu yumurta ise değişik bir tattı ve denilene göre kimyon sayesinde yumurtanın gaz yapması önleniyormuş :).


Diğer siparişimiz ise klasik sucuklu yumurta. Yalnız gelen tabak hiç de klasik değil!! Mekan adının hakkını işte burada veriyor. Sucuklu yumurtayı kendilerince yorumlamışlar. Pizza hamurunun üzerine peynir, yumurta sarıları ve sucuklarla donatılıp fırına verilmiş. Hem görüntü hemde tadı çok güzeldi.



Son siparişimiz ise kelimenin tam anlamıyla bir efsaneydi! Nutellasimo... Bu kapalı pizzanın (calzone) içinde mascarpone peyniri ve nutella bulunuyor. Açıkçası düşüncesi bile insanın ağzını sulandırıyor ve tereddütsüz söyleyebilirim ki bu pizza tüm beklentileri karşılıyor! Daha ilk çatalda katıksız bir mutlulukla doluyorsunuz :).



Daha sonra, artık damak tadınıza kalmış, çay veya espresso ile bu enfes öğünü tamamlıyoruz. Ben özellikle espressoyu tavsiye ederim çünkü kahve Viyana’nın ünlü zinciri Julius Meinl’dan ithâl. Her yerde kolay kolay bulmak mümkün olmuyor.

Bunların dışında, yüksek tavanlı bohem dizaynı da çok beğendik. Tek tespit ettiğimiz sorun servisin yavaşlığı ama beklediğinize değiyor kesinlikle.



Yaptığımız kahvaltı 3 kişilikti ve kişi başı yaklaşık 20 TL verdik. Eğer akşam yemeğine gidip alkollü bir içecek de alırsanız bu fiyat yükselebilir doğal olarak.

Kesinlikle tavsiye olunur, şimdiden afiyet olsun!

Bir de dipnot, buranın isim mevzusu biraz karışık. 49 Pizza, Pizza 49, Çukurcuma 49, Cafe 49 gibi isimler ile de duyabilirsiniz.





This place is a prime example of why we ALL love Taksim/Beyoglu neighborhood. Drifting into one of the narrow streets from “Istiklal caddesi”, there is always a possibility of finding a hidden gem, and ours was called Pizza 49.

Because of the name, you can think this place as a pizzeria, but the menu is rich and not dominated by pizza types. In fact, we had our breakfast here, on a lovely autumn morning. Also spacious and bohemian design of the café completed this scene perfectly.

Our group ordered, “Bozcaada” breakfast which is intended for two people and fried eggs with faggot.

Bozcaada is an island near Istanbul, protected from dirty city life and unviolated by excess population. As you can imply, weather is fresh there and goods are delicious. I want to open a parenthesis here and recommend you wine & cheese trip to Bozcaada. A perfect scene, warmth of your lover and gourmet food, it will be simply unforgettable.

Returning to our breakfast plate, it consists of boiled eggs with cumin, black and green olives, croissant, cheese, tomatoes, cucumbers and two types of jam. There is also double cream and tomato paste to soften your croissant. Although the plate looks compact and minimal, the ingredients come fresh from Bozcaada so they were REALLY good. Especially the grape jam was marvelous and we still crave for it. Eggs with cumin also were an interesting taste and they told us that cumin prevents gaseous nature of egg :).

When our second order came, it was a bit of surprise. Fried eggs with faggot served like a pizza! Base of the dish was classic pizza dough with cheese and two eggs yolks were cracked on it which were companioned by a LOT of worst. It was a great idea indeed and it was delicious! Definitely recommended.

Finally, our latest bomb or you can say “The Prestige”: Nutellasimo. It’s a calzone (closed pizza) made from mascarpone cheese and Nutella. Its safe to say that the pizza meets the great expectations arises from the name of it. Let the pictures speak, ten points from us.

To summarize, breakfast is good here and definitely recommended. You can also try classic Italian cuisine accompanied by wine at the evenings. Apart from that, service was a little bit slow and prices are moderate. Approximately 20 TL per person without an alcoholic beverage.

Last remark, coffees are imported from famous chain, Julius Meinl of Vienna. So before you leave don’t forget to have an espresso shot for the rest of the day :).

Thursday, November 18, 2010

Walking around İstanbul 4: Me Gusta



Günümüzde kadınların el atmadığı çok az şey kaldı sanırım. Bunlardan birisi de futbol maçlarıydı fakat yavaş yavaş o kaleyi de kaptırmaya başladık :). İşin şakası bir yana, her şeyin keyfi başka tabii. Erkek erkeğe maç izlemek de eğlenceli, coşkulu hatta biraz fazla testesteron pompalı diyebiliriz. Fakat kızlı-erkekli maç izlemek de bir başka güzel. Bizden bile daha heyecanlı oluyorlar, bazen gereksiz yerlerde ama olsun, ah bir de maçın ortasında ofsayt nedir diye gereksiz soru sormasalar!

Her neyse, İstanbuldayız, Türkiye’mizin maçı var ve kavga gürültü çıkmayacak nezih bir yer arıyoruz. Çok da aile yeri olmamalı tabii, sonuçta Akdeniz insanıyız, kanımız ateşli TV başında bile olsa tezahürat yapacağız, hakemi yerin dibine sokacağız! İşte bu dengeyi ararken Me Gusta’yı bulduk. Yeri çok basit, Taksim’deki ünlü The Marmara Otel’inin dibindeki yokuştan inmeye başlayın, hemen sağdaki ilk mekan.

Burası 2 katlı, geniş ve ferah bir yer. Maç için karşılıklı duvarlara dev perdeleri çekmişler, yani önünüzü dönseniz maç, arkanızı dönseniz maç. Bir şey kaçırmıyorsunuz! Giriş için bir ücret talep etmiyorlar, fakat rezervasyon şart. Maç saatinde hınca hınç dolu burası. Yalnız müthiş bir havalandırması var, takdir etmemek elde değil. O kalabalığa rağmen hiç sıkılıp, bunalmıyorsunuz.


Bira fiyatları için normal diyebiliriz, ama İstanbul standartlarına göre ucuz. 50’lik bira 6 TL. Yalnız garson sayısı az. Bu yüzden servis biraz yavaş. Burada insan biraz ikilemde kalıyor, garson sayısı az ama öz mü olmalı yoksa eli bardak tutan adamı garson diye almak mı lazım diye. Me Gusta ilk seçeneği benimsemiş, çalışan elemanlar kaliteli ama dediğim gibi az oldukları için servis biraz yavaş. Biz bu durumun biraz önüne geçmek için ve kalabalık olduğumuzdan birahi, sürahi gibi sonuna –hi eki takılmış devasa sürahilerde istedik biralarımızı. Bu sayede servisin yavaşlığının bir nebze de olsa önüne geçmiş olduk, hem de bardak başı yaklaşık 1 TL gibi kar etmiş olduk (litre cinsinden hesap yapınca bu tip dev sürahiler biraz daha ucuza geliyor ama tabii bunların da ısınma problemi var, hızlı içmek lazım!).

Bunun dışında olması gereken atıştırmalıklar da var. Tavuk kanatlarından tutun da patates kızartması ve kalamar tavaya kadar. Herhangi bir esprileri yok yalnız, standart soslarıyla birlikte geliyor. Hatta hazır dondurulmuş gıda bile olabilirler, emin olamadım fakat çok da önemi yok zaten. Maksat muhabbet edip maç izlerken, arada bir şeyler atıştırmak. İnsan gurme şeyler beklemiyor bu durumda. Menü yalnızca atıştırmalıklardan oluşmuyor, ana yemekler de var fakat bunları tatma şansımız olmadı.

Son olarak da biraz da ortamdan bahsetmek istiyorum. Gerçekten gelen herkesi kendimiz seçsek bu kadar keyifli bir ortam yaratamazdık. 2 takımın taraftarı da karışık oturmuş, öyle grupları ayrıştırma gibi bir şey yok. Herkes oldukça coşkulu, tezahürat yapıyor maçı takip ediyor. Karşılıklı bir saygı durumu var. Şiddetle tavsiye olunur.


So, today is the football night! You are looking for a place to watch your favorite team, possibly wrecking the opposition. What you need is balance. A stadium-like atmosphere would be nice but extreme hooliganism must be avoided. You should be able to cheer up to your team without any concerns. Also this place should have a central location so that you can have a safe trip home. If we combine all these “Me Gusta” is your place!

Centrally located in Taksim, you can find here by walking just near down hill from famous The Marmara Hotel.

Although it’s a big place with two floors, you need a reservation earlier from the game. Yes it gets very crowded but it has excellent ventilation system so you don’t get stressed.

There is big screens on the walls opposite each other, so you won’t miss anything even if you turn around! You can sit either on the bar, or in 4 people benches or big tables on the middle.

As always famous beer of the Turkey, “Efes” is available and it’s rather cheap with 6 TL of a 0.5 liter glass. Imported beers are also available in bottles, brads like Miller, Bud etc.

There is broad range of snacks that can accompany your beverages. From fries to chicken wings to fried calamari. But be warned, portions are small so order plenty. Menu also includes main courses but we didn’t try them.

Only problem that we saw was slow service, but if the game is exciting you will not notice it :).

Enjoy the game!


Sunday, October 3, 2010

Tiyatro Notları No:1 – “Vahşet Tanrısı” ve Zerrin Tekindor Söyleşisi

Kaynak : Devlet Tiyatroları

I am sorry our dear followers who do not speak Turkish, but this post will be only in Turkish as it is a commentary of a play and the interview with the actress “Zerrin Tekindor”.

Tiyatro, pek çoğumuzun ihmal ettiği bir sanat dalı. Bu durumun suçlusu sinemanın çok kolay ulaşılabilir olması diye düşünüyorum aslında. Tiyatro izleyebilmek için yaklaşık iki hafta önceden program yapmanız ve o akşam da bir işinizin çıkmaması gerekiyor. Aslında çok çaba gerektirmiyor, sadece biraz özen gerektiriyor. Zaten son anonstan sonra perde açıldığında da kendinize teşekkür ediyorsunuz. Benim de blogda tiyatroya hiç yer vermemiş olmamın büyük bir ihmalkârlık olduğunu kabul etmem gerekir elbette.

Dün akşam, Ülkü Duru, Zafer Algöz, Zerrin Tekindor ve İşdar Gökseven’in oynadıkları “Vahşet Tanrısı”nı izledim. Oyun, önümüzdeki Cumartesi (9 Ekim 2010) de matine – suare olmak üzere tüm hafta Küçük Tiyatro’da tiyatro severlerle buluşacak. Oyun, hayatın akışı içinde taktığımız maskeli hallerimizin ve çok kötü birer oyuncu olduğumuz için bir süre sonra tüm çıplaklığımızla kim olduğumuz gerçeğine nasıl döndüğümüzün mükemmel bir örneği. Çocuklarının sorunu sebebiyle iki ailenin medeni bir uzlaşma arama çabasındaki halleri ve daha sonrasında gerçek karakterlerinin onları sürüklediği yer o kadar gerçek ki, içinizden ‘bu geçen gün iş yerindekiler anlattığı hikâye değil mi’ demeniz çok olası. Buradan çıkaracağınız dersin yanı sıra, çok eğleneceğinizin garantisini de veririm. Usta isimlerin performanslarının oyunu nereye taşıdığı aşikâr olduğundan bu konudan bahsetmiyorum bile. “Vahşet Tanrısı” mutlaka izlenmesi gereken oyunlar listesinin üst sıralarında.

Oyunculardan “Zerrin Tekindor”a da buradan tekrar söyleşimize zaman ayırdığı için teşekkür ediyorum.

Oyunun konusunu biliyoruz; ancak sahneden birinin duygularıyla bir oyunu dinlemek bambaşka. Bize biraz oyundan bahseder misiniz?


Çok evrensel bir oyun bence, yani dünyanın her yerinde aynı problem yaşanır ve çocuğu olan herkes bunu mutlaka yaşamıştır. Kurgusunu çok beğeniyorum oyunun ve gerçeklik hali beni çok etkiyor. Bende çocuk yetiştirmiş biri olarak söylüyorum bunu elbette.


Bu sene sahnelenecek eserlerden dikkatinizi çeken ve kaçırmamamızı tavsiye edeceğiniz oyunlar var mı?

Ankara’ya turne için geliyoruz dolayısyla herhangi bir oyunu izleme şansımız olmuyor; çünkü o sırada bizde oyun oynuyoruz. İstanbul’da “Profesyonel” adında bir oyun var, Bülent Emin Yarar ve Yetkin Dikinciler’in oynadığı. O oyunu çok beğendim, onu önerebilirim.

Biraz da genel olarak tiyatrodan bahsetmek istiyorum. Yurt dışında izlediğim oyunlar yüksek bütçeli dev yapımlar. Haliyle bu da bilet fiyatlarına yansıyor, burada ise durum tam tersi. Bu konuda düşünceleriniz nelerdir?

Çok kısa süre önce Londra’daydım ve çok uzun süre kaldığım için birçok oyunu görme fırsatım oldu, hakikaten durum böyle. En son “War Horse” adında bir oyuna gittim, olağan üstüydü. Çok büyük prodüksiyonlu işler bunlar. “Bütün Oğullarım”ı izledim, o da öyle, inanılmaz bir dekoru vardı. Hakikaten çok para harcıyorlar, fakat tiyatro sanatı o kadar onların olmuş ki Londra’da yaşan insanın ihtiyacı gibi bir şey ve o parayı veriyorlar, aynı oyunu 3 kere, 5 kere izleyebiliyorlar. Para pul işlerini aşmışlar, onlar bu konuyu kapatmışlar, oyuna ihtiyaçları olduğu için gidiyorlar. Bizde de o kadar nitelikli yapımlar var ki 6 liradan 10 liraya bilet fiyatlarının çıkması gibi konuların lafı bile edilmemeli.


Sizin zamanınızda sahneye giden yol Yeşilçam’dan ya da konservatuardan geçiyordu. Şimdi ise konservatuarların yanı sıra özel tiyatro okulları da oyuncu yetiştiriyor. Bunun dışında bazen bir yarışmaya katılmak da oyuncu olarak iş bulmaya yetebiliyor. Bu durum sahne arkasına ya da sete nasıl yansıyor?

Hiçbir eğitim almadan gelmiş insanlar birçok konuda yetersiz oluyorlar, eğitim yadsınamayacak kadar önemli bir şey. Sette öğrenilir, oyuncuların arasında öğrenilir gibi bir şeye inanmıyorum ben, okulun çok ciddi faydası vardır. Kendinizden emin olmanızı sağlar; ama bu cahil cesareti bir eminlik değildir. Bilerek yaparsın ve başka başka şeyleri deneyecek cesaretin olur. İleriyi daha iyi değerlendirebilirsin yani, bir rol kişisini, oyunun gidişatını, ivmesini, her şeyini, hiçbir şey belli olmadan, daha o texti okurken bile çıkabilirsiniz, emin olduğunuz için, işi bildiğiniz için. Diğer türlü, birilerinin yönlendirmesiyle hasbel kader bir şeyler oluyor o da ne derece doğru, benim hiç onayladığım bir şey değil. Fakat bunların içinde çok çaba gösteren, çok çalışkan olan ve bilmediğini utanmadan çekinmeden, kendine göre başarılı bulduğu kimse, ona gönül rahatlığıyla gidip sorabilen oyuncular da var. Onları çabaladıkları, çalıştıkları, çok disiplinli oldukları için takdir ediyorum. Eğer yeteneği varsa, bir o kadar da çalışkansa, sonucu iyi yerlere bağlanabilir. Kulis terbiyesinde biraz eksiklik olabiliyor. Bu tabi herkesin yetiştirilmesiyle de ilgili, iyi yetiştirilmişse, saygının, özen göstermenin ne demek olduğunun farkında kişilerse, hiçbir problem çıkmıyor.

Bazı insanlar tiyatroyu ölü bir sanat olarak nitelendiriyor. Bunun nedenini ise sinemadaki efekt zenginliği ve geniş kitlelere ulaşabilme avantajı olarak gösteriyorlar. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tiyatronun sahne üstünde tek başına oyuncular arasında geçtiğine inanmıyorum. Oyunu oyuncular seyirciyle birlikte oynar aslında, seyircinin nefesi tepkileri, her şey, oyuncunun oyununu şekillendirir. Orada çok sahici, birebir yaşanan bir ortaklık vardır. Sinemanın teknolojisi, imkanları çok şahane, hepimiz beğenerek izliyoruz ama o sahnede olma hali, seyirciyle bunu paylaşma hali çok güzel. Ben eskiden tiyatronun güzelliğinin oyuncu olmak olduğunu düşünüyordum, ama şimdi çok güzel bir oyunu seyretmek de inanılmaz zevk veriyor bana.

Biraz da gündemden bahsetmek istiyorum. Haluk Bilginer’in A46 dergisindeki röportajı hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben röportajı çok samimi buldum, fakat basında ve camianızda büyük olay koptu.

Ben maalesef röportajı okumadım, basından takip ettim, ama çok farklı farklı değerlendirmeler yapılmış. Okumadan değerlendirme yapmak doğru olmaz ancak çevremde çok üzücü olaylar yaşamış birçok insan var, aynı sahneyi paylaştığım insanlar da oldu ve onların demek ki bunu kaldırabilecek, sahneye çıkabilecek enerjisi varmış, insan faktörü sonuçta, kişiye göre değişen bir şeydir bu. Biri derki ben bununla başa çıkamıyorum, gidip oynayamam, bu çok geçerli bir şeydir, bir diğeri de ben iyiyim, halledebilirim der. Açıklamayı ise oyuncular adına da bir hakaret olarak almadım, herkes düşüncesinde serbest.


Blogumuz ağırlıklı olarak yeme-içme kültürü üzerine. Sizin de gitmekten zevk aldığınız yerleri öğrenebilir miyiz?

Ben balık yemeyi çok sevdiğim için genelde balıkçı kültürüm vardır. Bebek’teki “Poseidon”, Arnavutköy’deki “Eftelya” çok sevdiğim yerler. Ece Aksoy’un “Ece 9” adındaki yerinin de inanılmaz mezeleri ve yemekleri vardır. Burada dışarı çıktığımızda daha çok lezzet yönünde tercihler yapıyoruz, ama yurtdışında ise farklı bir yer olması, atmosfer gibi şeyler de devreye giriyor. Çok doğru değerlendirme olmayabilir ama benim sevdiğim yerler, Paris’te “Bon”, “Lip Brasserie”, Londra’da “Sandersen Hotel”i, “Bibendum”, “Nobu”, “Shephard’s Market”daki küçük Fransız, İtalyan, Polonya restaurantları çok tatlı yerlerdir.

Tuesday, September 14, 2010

Akbank Caz Festivali 23 Eylül - 12 Ekim 2010 / Akbank Jazz Festival 23 Sept. - 12 October {İstanbul}

Bu sene yine müthiş bir program yapılmış “kırmızı” caz festivali için. Ben işlerin yoğunluğu dolaysıyla sadece bir tanesine gidebileceğim ama gitme imkanı olanlar için kısa kısa kaçmayacak bazı konserlerden bahsetmek istedim.

Biletler ise Biletix'de satışta.


24 Eylül 2010 – Aya İrini
John Surman with Chris Laurence & The Trans4mation String Quartet




John Surman Büyük Britanya’dan çıkan en yetenekli caz müzisyenlerinden biri. Adanın müzik konusunda başarısı malum. Oradan çıkıp da dünyayı kasıp kavurmuş sanatçıları saymaya başlasak tüm gün sürebilir. İlginçtir ki bu durum “caz” konusunda böyle değil, tek tük sanatçı ismini duyurmayı başarabilmiş. John Surman da bunlardan biri. Özellikle Alman plak şirketi ECM üzerinden çıkardığı albümler müthiş. Hüzünlü saksafon tonu da zaten bu şirketin sound’una tam uymaktadır.

Ülkemize ise klasik bir caz grubu yerine yaylılar orkestrası ile geliyor. Bu tip klasik müzik enstürmanları ile caz müziğin birleşimine hep temkinli yaklaşmışımdır. Çünkü sonuç tahmin edilemez oluyor; bazen müthiş bir müzik ziyafeti çekerken bazen de kendinizi tam anlamıyla bir “freak show”un ortasında buluyorsunuz. Bu konserin sound’u hakkında bir fikir edinmek isterseniz ECM 1956 katalog numaralı “Spaces in Between” albümünü dinleyebilirsiniz.

Daha fazla uzatmayayım, Aya İrini zaten büyülü bir alan ve konser için seçilebilecek en iyi yerlerden biri. Benim tavsiyem bu değerli müzisyenin konserini kaçırmamanız.


28 Eylül 2010 – Babylon
Nils Petter Molvaer




İşte benim gideceğim konser! Trompet en sevdiğim müzik enstürmanı bu yüzden pek tarafsız olamayacağım ama Baltık’lardan gelen bu ünlü sanatçı gerçekten heyecan verici. Yaptığı besteler, kendine özgü lirik sound’u ve sahne performansıyla bir bütün.

Yaptığı müzik ise gelecekte caz müzik nasıl olacak ondan bir demet sunuyor adeta. ECM’den çıkardığı Khmer ile başlayan yolculuk son zamanlarda kendi plak şirketinden çıkardığı albümler ile devam ediyor. Hem kulağa hem göze hitap eden bir sahnesi var. Gözü kapalı gidip müthiş zaman geçireceğiniz konserlerden.


29 Eylül 2010 – Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu
Miroslav Vitous “Remembering Weather Report” feautiring Franco Ambrosetti




Çek kontrbas canavarı Miroslav Vitous caz dünyası için en önemli isimlerden biri. Efsanevi Weather Report grubunda çalmış, Miles Davis, Chick Corea gibi müzisyenlere eşlik etmiş dev bir isimden bahsediyoruz. Yanlış anımsamıyorsam ülkemize ikinci gelişi olacak fakat böyle müzisyenleri festivallerimize çekebilmek büyük bir keyif gerçekten.

Konserin isminde geçen “Weather Report” grubundan kısaca bahsetmek lazım. Bu grup deneysel piyanist Joe Zawinul ve her daim avant-garde olan saksafoncu Wayne Shorter tarafından 40 yıl önce kurulduğunda caz dünyasında yepyeni bir akım başlattı. Fusion olarak adlandırılan bu yeni müzik türünde jazz ve rock müzik müthiş bir biçimde harmanlanmıştı. Sonuç olarak onlarca albüm ve bu gruptan esinlenmiş yeni bir sürü grup türemiştir. Bir değişik anektod ise grubun kurucuları değişmese de dönemin en iyi müzisyenleri hep bu grupta çalmıştır. Bunun nedeni ise bu grupun sound’unda her enstürmanın ayrı bir solosu olması ve şarkıların yoğun improvizasyonları içermesi. Kısacası bir müzisyenin kendini geliştirmesi için gereken her şey vardı: Üstad seviyesinde müzisyenler, improvizasyonlar, sololar... Bize de ortaya çıkan muhteşem “şey”leri dinlemek kalıyordu.

İşte bu grubun demirbaşlarından olan Miroslav Vitous, 2006 yılında yine ECM plak şirketinden bu gruba saygı duruşu niteliğinde bir albüm çıkarmıştır. Albümdeki parçaların çoğunluğu Vitous’un bestelerinden oluşuyor. Güzel ve ilginç olan taraf bu besteler efsanevi Weather Report grubunun şarkılarından yada grubun üyelerinin şarkılarından esinlenerek, düşünülerek yapılmış. Veya ünlü klasik müzik bestecisi Dvorak ile Miles Davis’in füzyonu gibi uçuk şeyler denenmiş. Bu yeni bestelerin tamamen akustik ve oldukça uyumlu Vitous’un yeni grubundan dinlemek ise ayrı bir keyif. Konserden önce bir fikir edinmek isterseniz ECM 2073 katalog numaralı “Remembering Weather Report” albümünü alabilirsiniz fakat sizi temin ederim ki canlı performans bambaşka olacak!




30 Eylül 2010 – Babylon
Burhan Öçal & Jamaaladeen Tacuma & Wolfgang Puschnig




İşte bir freak show! Dünyaca ünlü sanatçımız, müthiş yetenek ve güzel insan Burhan Öçal’a Amerika’lı basçı Tacuma ve saksafoncu Puschnig eşlik edecek. Burhan Öçal’ın darbukasına ve ritmlerine söylecek zaten hiçbir şey yok. Funk ile aram pek olmadığından Tacuma’yı daha önce dinlemişliğim yok fakat funk bas ile darbuka’nın etkileşimi çok ilginç olacak! Puschnig ise gerçek bir yetenek ve ismini kanıtlamış bir isim. Genelde benim dinlediğim albümlerinde melankolik ve ağır çalan bir havası vardı. Fakat konserdeki diğer isimleri düşününce o gece sert çalacak demektir!


8 Ekim 2010 – Ghetto
Hindi Zahra




Bu isme özellikle dikkat çekmek isterim. Normalde iki elim kanda olsa gideceğim bir konser fakat bu tarihte yurt dışında olacağım için kaçırıyorum.

Sanatçının albümü 2010 yılı arasında aldığım albümlerin en iyilerinden biri. Gerçi yaptığı müzik ne kadar caz olarak adlandırabilir bilmiyorum ama müthiş bir füzyon olduğu gerçek. Kendi kültüründen kattığı değerler ile günümüz modern müziğini çok çok iyi bir şekilde harmanlamış üstüne bir de çok güzel sözler yazmış. Yer yer huzura ereceğiniz, zaman zaman çok eğleneceğiniz oldukça keyifli bir konser olacağına eminim. En azından Avrupa’dan gelen haberler öyle :).

Yeni nesil sanatçılar böyle olmalı işte! Süper yetenekli biri. Bestelerini kendi yapıyor, sözlerini kendi yazıyor yani hep kendinden bir şey katıyor. Sesi de çok güzel olunca elbet keşfediliyor insan. Gidebilecekleri şimdiden kıskandım diyip bu yazıyı sonlandırıyorum.


Bunların dışında eğer daha önce hiç dinlemediyseniz İlhan Erşahin ve Selen Gülün’e gitmenizi tavsiye ederim. Bu tip sanatçılar, özellikle ülkemizden, kolay yetişmiyor. Desteklemek lazım o yüzden.

İlhan Erşahin daha çok future jazz denilen elektronik müzik tabanlı bir caz yapıyor ve gerçekten eğlenceli bir sahnesi var.

Selen Gülün ise ülkemizin yetiştirdiği en iyi caz müzisyenlerinden biri. Çok güzel besteleri ve harika bir piyano stili var. Yumuşak çalışı ile Norveç’li ünlü piyanist Tord Gustavsen’e benzetiyorum ben onu. Çok özel bir akşam olacağına eminim.



“Red” Jazz Festival, which takes it color from the sponsor bank’s logo, is the 3rd and last of annual big jazz festivals in the beautiful city of İstanbul. In this festival you can watch and listen famous jazz artists from all around world and it also offers local cuisine i.e. local jazz stars.

This year, I am going to attend only one of the concerts due to my very busy schedule. But I made a small recommendations list which you shouldn’t miss!
If you like future jazz, which is combination of classic jazz instruments based on electronic background, I strongly recommend İlhan Erşahin. He is a very talented composer and a fine saxophone player who owns a jazz club in New York. He will play in a bar called “Babylon” which has very very good history. A lot of talented musicians over the year came here and performed. I like this place a lot, sort of a home to me and I know you will like it there too.

Selen Gülün, one of the most talented jazz musicians this country growed, will perform three nights in a row. She is a great composer and a pianist, whom also sings occasionally. Her style can be categorized as post-bop, modern jazz. I tend to compare her delicate piano playing with world renowned pianist Tord Gustavsen. She is also very productive, already a bunch of albums released. So I suggest go with a few extra bucks, at the end of the concert you may want to buy and get them signed :).

Other than this, Burhan Öçal concert is likely to be a “different” experience and this freak show should not be missed.

Now let’s talk about international starts that are going to attend this year’s festival. In the first week of the festival, English baritone sax player John Surman and his string orchestra will play in beautiful Aya İrini Museum. The week after, there will be two massive concerts in succession: Baltic trumpet player Nils Petter Molvaer and Czech bass giant Miroslav Vitous. If you like future jazz, Nils Petter Molvaer certainly will give you the best and if you want classic jazz tunes blended with modern notes and ECM record’s unique sound, Miroslav Vitous Band is a sensible choice. Finally, finish this festival with highly acclaimed young musician Hindi Zahra. Her freshness and ability to both write and sing songs will put a smile on your face.

Until next time, which is going to be annual Ankara Jazz Fest
.

For tickets,
http://www.biletix.com/static.htm?page=sp36

Monday, July 26, 2010

Walking around İstanbul 3: Kızkulesi – Maiden’s Tower

Benim için Kızkulesinde olmak bir masalı yaşamaktan farksız. Merdivenlerden yukarı çıkıp, eşsiz İstanbul manzarasına koşuyorum her seferinde. Saçım ılık yaz rüzgarıyla uçuşurken, bir yandan eteğimi tutup, bir yandan hayallere dalıyorum Kızkulesi’nin balkonunda.


Belki de efsane yüzünden: Bizans İmparatoru’nun bir kızı olur. Babası iyi eğitim gören kızının tacını devralmasını istemektedir. Fakat bir gün, bir bilge imparatora kızının tahta geçemeden bir yılan tarafından ısırılarak öleceğini söyler. Böylece, imparator denizin ortasına, yılanların erişemeyeceği bu yere kızı için bir kule yaptırır. Ancak, kaderinden kaçamayan genç prensesin hayatı, bir üzüm sepetinden çıkan yılanın ısırığı ile son bulur.


İşte bu büyülü yerde öğle yemeği yemeye karar verdik. Ne de olsa daha önce defalarca restaurantın ne kadar harika olduğunu duymuştum.Yemeklerimizi sipariş ettik ve kuleden, tarihinden, hakkındaki efsanelerden ve etkileyici manzarasından konuştuk. Bir süre sonra 2 tabak makarna, bir ızgara tavuk ve bir sandöviç için 25 dakikadır beklediğimizi fark ettik. Yemeklerin akıbetini sorduk ve ancak bundan 10 dakika sonra yemeklerimiz geldi, anlaşılmaz bir biçimde soğuk, son derece yağlı ve tatsız şekilde. Bu öğle yemeği beni kulede bir prenses olduğum uykumdan uyandırdı ve harika bir yemek yeme ihtimalim olmadı gerçeği ile yüzleştirdi.

Fakat her ne olursa olsun, eğer İstanbul’a bir gün yolunuz düşerse Kızkulesi’ni mutlaka ziyaret edin. Sadece manzara ve yüzlerce yıl önce nasıl olduğunu hayal etmek için bile gitmelisiniz. Bu arada kuleye gitmek için Kabataş İDO İskelesi’nin yanından kalkan teknelere binebilirsiniz.


To me, being at Maiden’s Tower is no different than being in a fairy tale. I climbed up the stairs to the magnificent view of İstanbul. My hair flutters with the warm summer breeze; I hardly catch my skirt and start dreaming at the balcony...

It may be because of the legend; The Byzantine Emperor had a baby girl. She was well educated, and her father wanted her for his throne. However, an oracle told the emperor that his daughter will be bitten by a snake and die before she takes over the throne. To protect her daughter, the emperor ordered for the construction of the tower that is in the middle of the sea, where snakes cannot reach. However, one day, a snake came out of a grape basket and bit the princess, causing her death.

At this magical place, we decided to have our lunch. I have heard many times that the restaurant downstairs was magnificent. We ordered and started chatting about the tower, its history, legends and the beautiful scenery. After while we realized that it has been about 25 minutes since we have ordered 2 pasta dishes, a chicken steak dish and a sandwich. We asked for them, and after ten more minutes our food arrived. For some reason they were cold, incredibly oily and very tasteless. The lunch woke me up from my dream of being a princess there and I realized that my expectations for a fancy plate were not going to be met.

No matter what, if you go to İstanbul, never skip visiting Maiden’s Tower, the view and imagining how it was hundreds of years ago is good enough. By the way, to get there, you can take the boats leaving right next to Kabataş İDO Pier.

Sunday, July 25, 2010

Walking around İstanbul 2 : Komşu Fırın – Mecidiyeköy

Komşu Fırın için süslü ve betimleyici bir cümleye ihtiyaç duymadım, adı üzerinde :) Herkesin acele içinde olduğu günümüz dünyasında, 'güne zinde başlamak isteyenlerin uğrak yeri' demek en doğrusu.


Hemen alıp gidebileceğiniz sağlıklı seçeneklerinin bir kısmı, esmer ekmekli sandöviçler, kurabiyeler ve simitler. Seçiminiz ne olursa olsun, düşük kalorili olduğundan emin olabilirsiniz. Bunun dışında, dışarıda bulunan masalarda sıcacık çay yada ev yapımı limonata ile seçtiğiniz kahvaltılığın tadını çıkartabilirsiniz. Bol tahıllı simit ve sandöviçleri ile limonatalarını denedim. Ne desem, hiç bitmesin istedim!


Mecidiyeköy şubesindeki personel birazcık tecrübesiz. Ancak, ellerinden gelenin en iyisini yaptıklarını görebiliyorsunuz. Bu yüzdendir ki, yavaş servis yüzünden siparişleri için bekleyenler pek de huysuzlanmıyor.


Eğer lezzetli bir kahvaltı yada öğlen yemeği peşindeyseniz, en yakın Komşu Fırın’a bir şans verin. Bu arada eve gitmeden lezzetli bir ekmek için de uğrayabileceğinizi unutmayın.


Do I really need a fancy introduction? The name tells everything on its own, the neighbour bakery. In short, at today’s world, where everyone is in a hurry and wishing to eat well at the same time, Komşu Fırın helps you to survive.

It has healthy choices you can grab and go, which include sandwiches with brown bread, cookies, simit and other bakery products. No matter what you buy, you can be sure that it is a low-calorie alternative. In addition, they have tables outside, so you can enjoy the warm tea or the delicious homemade lemonade with your breakfast choice. I tried their simit which is rich in grains and also their brown bread sandwiches with lemonade. I didn’t want them to finish!

Personnel at Mecidiyeköy branch were a little inexperienced. However, the most important thing is that they were doing their best for sure. As a result, them being slow, therefore people lining for their orders, were not unhappy.

I must add that if you are looking for a healthy breakfast or lunch try the closest Komşu Fırın for once. By the way, don’t forget that you can get delicious breads too.

Saturday, July 24, 2010

Walking around İstanbul 1: Wagamama – Kanyon, Levent

Evet, geçen hafta İstanbul’daydım. Doğal olarak bundan sonraki birkaç yazım İstanbul hakkında olacak. Hoşunuza gideceğini düşünüyorum.



İlk akşam sultanım, birtanem, anneannemle Kanyon AVM, giriş katındaki Wagamama’ya gittik. Burayı, Londra şubelerinde yediğim ilk ‘ramen’den beri çok seviyorum. Dekorasyon aslen upuzun masalar ve banklardan oluşuyor, böylece herkes kocaman bir aile gibi yanyana oturuyor. Mekanın doğası gereği de herkes gelip hızlı bir yemek yedikten sonra günlerine devam ediyor. Bunun yanısıra, Wagamama Londra’da oldukça uygun fiyatlı bir alternatifti. Fakat Türkiye’de tüm diğer uluslararası yiyecek-içecek zincirleri gibi, konsept bambaşka. Yurtdışı emsali ile karşılaştırıldığında yüksek kalan fiyatı, mahallenin hızlı ve sağlıklı karın doyurma mekanını, ayrı ayrı masalı şık, insanların diğerlerinin ne giydikleri hakkında dedikodu yaptığı ve bakışlarıyla orada yemek yiyip yiyemeyeceklerini yargıladıkları bir restortoranta dönüştürmüş.


Ancak herşeye rağmen, oranın yemeklerini çok sevdiğimden ve birçok şeye hassas olan anneannem için bile yemekler mükemmel olduğundan, oradaydık. Başlangıç için edamme (haşlanmış taze soya fasulyesi) sipariş ettik. Kısa bir süre sonra benim ‘yaki sobam’ (tavuk ve sebzeli noodle) ve anneannemin ‘chicken rameni’ (büyük bir kasede çorba şeklinde noodle, sebze ve tavuk) geldi. Anneannem yemeğini çok sevdi, çünkü tamamı haşlanmış, sossuz, son derece sade ve dev bir porsiyondu. Benimki de harikaydı, son derece yağsız, bol sebzeli ve en önemlisi, yedikten sonra ağırlık hissi olmuyor.


Ortamdan daha önce bahsettiğim için, geriye bahsetmek istediğim sadece birkaç nokta kaldı. Garsonlar son derece güleryüzlü ve ilgili. Anneanneme büyük saygı gösterdiler ve yiyemediği şeyleri de düşünerek en uygun yemeği seçmesine yardımcı oldular. Servis tüm Wagamama’larda olduğu gibi ışık hızında. Terasları var, fakat yaz olduğu için hafta içi bile son derece kalabalıktı.


Kanyon’a ulaşmak da çok kolay. İstanbul’un çılgın trafiğine rağmen araba kullanmayı tercih edenler için büyük bir park alanları var. Benim gibi daha az sabırlı olanlar için ise metro seçeneği var. M2 hattı’nı kullanarak Levent istasyonunda iniyorsunuz. İstasyon’un içinden Kanyon’a giriş bulunmakta.


Eğer uzak doğu mutfaklarına ilginiz varsa, fakat onları çok acı, çok yağlı yada kızarmış buluyorsanız, Japon yemeği sevis eden Wagamama sizin için harika bir seçim. Onların söylediği gibi “positive eating + positive living” – “pozitif yemek + pozitif yaşam”. Denemeye değer, pişman olmayacaksınız.


Yes, I was in İstanbul last week. The next few posts will be about İstanbul, as a result. I hope you will like them...


First evening, we went to Wagamama at Kanyon Shopping Mall ground floor, with my grandmother . I love the place since I had my first “ramen” at their London branch. The decoration originally consists of long tables and long benches where everyone can sit next to each other as a big family. Due to the nature of the place, everyone comes, has a quick meal and than continues their day. Also, Wagamama was a cheap alternative in London. However, in Turkey, as in all other international food&beverage places, the concept is totally different. The comperatively high prices, turned the neighbourhood’s fast and healthy belly filling station to a fancy restaurant with seperate tables, longer eating time and people gossiping meanly about what others are wearing, looking like or wheather if they are eligible to dine there.


No matter what, we were there, as I love their food and it is perfect for even my grandmother, who is very sensitive to most of the ingredients. We ordered boiled edamme to start with (fresh and crispy soy beans, unshelled). Shortly after, my “yaki soba” – noodles with chicken and vegetables and grandma’s “chicken ramen” – big bowl of noodles, chicken and some vegetables served like a soup- arrived. She liked it very much as it is plain, all boiled, and had a portion that is more than enough. I loved mine too, almost no oil, lots of vegetables and you don’t feel heavy afterwards.


As I already mentioned the atmosphere, I have a little to add. Waiters were very friendly and welcoming. They showed great respect to my grandmother and also helped a lot to choose what to eat, considering the ingredients that she cannot eat. As it is so at all Wagamama’s, service was incredibly fast. There is a terrace area option, which was very crowded due hot weather.


Getting there is also very easy. There is a large parking lot for the ones who still prefer driving at İstanbul’s crazy traffic. For the less patient ones, there is the subway option. You can take M2 line and hop off at Levent station. You can directly go in Kanyon, from subway.


If you are interested in far east cusines but you find them sometimes too spicy, fried or oily, Japanese style food serving Wagamama is a very good choice for you. In their words, “positive eating + positive living”. Worth trying, you won’t regret it!


Wednesday, June 16, 2010

Upcoming Events 1: Lars Danielsson





Lars Danielsson her ne kadar klasik cazcılar tarafından pek tanınmasa da son dönem Avrupa cazının yetiştirdiği en büyük yeteneklerden biri. Bu ayın sonunda gerçekleşecek ziyaret, yanılmıyorsam sanatçının ülkemize 2. gelişi olacak. Daha önceden dinlemeye gittiyseniz veya bu ayın sonunda göreceğiniz üzere kendisi oldukça alçakgönüllü ve kibar biri fakat bu görünüş sizi aldatmasın. Bu kalitedeki sanatçıları ülkemize çekebilmek gerçekten büyük başarı.

Kendisinden biraz bahsetmek gerekirse, İsveçli’nin uzmanı olduğu enstürman kontrbas. Bunun dışında süpriz yapıp çello çaldığı da oluyor. Fakat sound açısından kısıtlı kontrbas enstürmanına kattığı lirik hava kesinlikle dinlemeye değer. Bir diğer güçlü yanı ise besteci kimliği. Oldukça klasik caz parçalarından, elektronik altyapılı daha çok future jazz denilen parçalara kadar bir hayli geniş bir yelpazesi var ve yaptığı bir çok parça onlarca kez cover’landı. Bir de üstüne çok çok iyi solo’lar atabildiğinden keyifli bir konser olacağı garanti gibi.

Bir cazcının gelişmesini sağlayan en önemli etkenlerden biri de beraber çaldığı, çalıştığı müzisyenlerdir. İsveçli bu konudaki şanslı isimlerden. Daha önce efsane Miles Davis ile çalmış, onun gruplarında yer almış saksafoncu David Liebman, vatandaşı ünlü piyanist Bobo Stenson ile ödüllü plak şirketi ECM’in demirbaşlarından davulcu Jon Christensen’le beraber daha kariyerinin başlarında birlikte çalmaya başlamıştır. Bu hız kariyerinin ilerleyen zamanlarında da kesilmemiştir. Perküsyon ustası Marilyn Mazur, future jazz akımının en güçlü isimlerinden Niels-Petter Molvaer ve Eivind Aarset, yine Liebman gibi Amerikan ekolünün önemli temsilcilerinden gitarist John Abercrombie kontrbasçının daha sonralarda beraber çalıştığı ilk göze çarpan isimler.

Son yıllarda ise kritiklerden oldukça iyi eleştiriler alan yetenkli Leh piyanist Leszek Mozdzer ile takım oluşturmuş ve bu birliktelikten 2 albüm çıkmıştır: Pasodoble ve Tarantella. Biletix’teki açıklanan gruba bakılırsa Akbank Sanat’taki gerçekleşecek konserde yoğunluk son albüm Tarantella üzerinde olacak. Üzücü olan ise o akşam piyanist Mozdzer’in grupta yer almayacak oluşu.

Konser havasına girmek amacıyla benim tavisye edeceğim albümler, Alman “ACT Music” firmasından çıkan ve ülkemize Equinox tarafından ithal edilen, Libera Me, Melangé Blue ve tabii ki de son albüm Tarantella. Libera Me sanatçının tarzını anlamak için dinlenebilir ve çok rahat söyleyebilirim ki son yıllarda dinlediğim en güzel bas ağırlıklı caz albümü. Danielsson’un lirik sound’u ve besteci kişiliği albüme damgasını vurmuş. Aşağıdaki bağlantıdan da bu albümdeki bir şarkıyı dinleyebilirsiniz. Melangé Blue albümü future jazz olarak tabir edilen yeni akımın en başarılı örneklerinden biri ve bu yetenekli adamın ne kadar farklı bir tarzda da başarılı olabileceğinin bir göstergesi. Yeni bir şeyler dinlemek istiyorsanız ideal bir sound sunuyor bu albüm size. Son olarak Tarantella isimli albüm ise çok daha kompleks bir sound’a sahip ayrıca piyanist Mozdzer ile 2. birliktelik olduğu için çok daha oturmuş bir çalışma. Tarz olarak Libera Me albümüne benzer diyebiliriz fakat Danielsson’un kendisini ve yarattığı müziği bir adım daha ileriye götürdüğü bir gerçek. Bir de bu albümün yeri bende başkadır çünkü çok sevdiğim kuzeyli trompetçi Mathias Eick de bu albümde konuk sanatçı olarak yer alıyor. Ne yazık ki 30 Haziran akşamı o olmayacak. Tabii bu yine de o akşamın çok özel olduğu / olacağı gerçeğini değiştirmiyor.

Ay sonunda Lars Danielsson ile keyifli bir akşamdan sonra, dinlemekten yıpranmış CD’leri imzalatmanın verdiği keyifle, İstiklal’de bir şeyler içmek üzere diyorum ve bu yazıyı sonlandırıyorum.



Although he is not well known in the States, Lars Danielsson is a very famous face across Europe. He is known with his unique, lyric yet haunting bass sound but the capabilities of Lars is not limited with these. He is also a very good composer and almost every song on his albums is new and carries his signature. Until today he played with acknowledged stars. David Liebman, Bobo Stenson, Jon Christensen, Niels-Petter Molvaer and John Abercrombie are a few names that strike at a glance. Detailed information can be found from;

http://www.larsdanielsson.com/html/frame.html
http://www.allaboutjazz.com/php/musician.php?id=12416

On the evening of 30 June, he will be on stage with his trio to promote his latest album Tarantella from German label ACT Music. Shouldn’t be missed! Hope to see you there.